Hayatınız boyunca, ‘mutlu’, ‘mutluluk’ kelimelerini kim bilir kaç kez kullanmışsınızdır. Ancak, mutluluğu tanımlamakta hepimiz zorlanırız. ‘Hiçbir şeyi kafaya takmamak’, ‘sevdiklerinizle birlikte olmak’… Hiçbiri mutluluğu tanımlamak için yetmiyor. Diğer taraftan bilim de mutluluğun çok daha derin anlamları olduğunu söylüyor.

Hepimiz hayatımızın en az bir döneminde mutluluğun en değerli duygu olduğunu düşünmüşüzdür. Kızgınlık, hayal kırıklığı, korku, acı gibi duygularsa genellikle zayıf olmanın işareti sayılır. Daha küçük yaşta bu bilgiyi içselleştirmeye başlarız. Bu nedenle de mutlu olma sorumluluğunu hissederek, mutsuz olduğumuz zamanlar için kendimizi suçlayabiliriz. Oysa, tarihte mutluluk bir norm değil, şans olarak tanımlanıyordu.

‘Mutluluk’ ile aslında neyi kastediyoruz?

Günümüzde mutluluk arayışı hiç olmadığı kadar yaygınlaştı. Artık mutluluğu sahip olduğumuz eşyalar, etiketler ve başarılar üzerinden tanımladığımız bir kültürde yaşıyoruz. Diğer taraftan daha yalnız yaşıyoruz, birlikte iş yapma becerilerimiz azaldı ve başarısızlık ihtimali bizi çok daha fazla kaygılandırıyor.

Bir yandan da bilim bu konuyla daha fazla ilgilenmeye başladı. Davranışsal ve nörolojik durumun mutluluk üzerine etkisi bilimin ele aldığı ve araştırdığı öncelikli konulardan biri haline geldi.

Yapılan araştırmalara göre insanlar, neyin mutlu edeceği ya da etmeyeceğini tahmin etme konusunda pek başarılı değil. Örneğin, insanlar yeni bir şey aldıklarında hissedecekleri memnuniyetin uzun süreceğini düşünebiliyor. Cansiperane bir şekilde ‘ideal mutluluğun’ peşinden gidenler kendine –bazen ulaşılmaz seviyede- yüksek standartlar belirleyerek mutsuzluk ve hayal kırıklığı için gerekli ön hazırlıkları tamamlamış oluyor.

UC Berkeley’den Psikoloji alanında çalışan Doçent Doktor Iris Mauss’e göre aşırı yüksek beklentilerin olmaması biraz olsun mutlu olmak için anahtar rol oynuyor. Birçok bilim insanı mutlu kelimesinin tanımlanması zor ve karmaşık olmasından dolayı ‘öznel refah’ gibi ifadeleri tercih edebiliyor. Aslında burada söylenmeye çalışılan bireyin hayattan aldığı memnuniyet seviyesi. Pozitif Psikoloji’nin babası sayılan Martin Seligman da bu bilim insanları arasında. Bu yeni bakış açısına göre refah ya da orijinal deyişle ‘well-being’i beş ana bölüme ayırıyor: pozitif duygu, hayata katılım, anlamlandırma, pozitif ilişkiler ve üstesinden gelme.

Kendi mutluluk yolunuzu bulun

Farklı bilim insanları ise daha farklı kategorilerle karşımıza çıkabiliyor. Fakat birçoğunda ortak olan tek şey kategoriler ne olursa olsun daha iyi hissetmek için başkalarıyla olan ilişkiler ve koyulan hedeflerden kaynaklanan duygular ile hazsal duyguların dengeli olması büyük önem taşıdığı.

Nasıl tanımlarsak tanımlayalım, genetik kalıtım ve yaşam koşullarını çıkardığımız zaman bireysel mutluluk seviyemizin %40’ı bizim kontrolümüz altında. Bu potansiyeli kullanabilmek için herkesin kendine özel yolunu bulması gerekiyor. Bu nedenle kendine dönmek ve kendini tanımak mutluluk için olmazsa olmaz. Daha iyi hisseden bir insan olmak için hedeflerinize ulaşmayı beklemektense, daha iyi hissettiğiniz şeyleri keşfederek hedeflerinize ulaşmayı keyifli hale getirebilirsiniz. Böylece hedeflerinize ulaşmak için hissettiğiniz duygu kendiliğinden kaygıdan çok heyecana dönüşecek.